ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
sait çelebi (hazırlayan: m. sabri koz)'un "ilk yıldızlar ilk hatıralar" başlıklı yazısından;
fenerbahçe solaçığı bedri bey...
bedri bey, avrupa turnesi'nde yüzümüzü güldüren bu mahir ve çevik oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. türkiye'nin hemen de yegâne solaçığı olan bedri bey ispora nasıl intisâb etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.
bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman âleminde sevmeyen var mıdır? küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran bedri'nin hatıratını almak için, kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. ona mâzîsini sorduğum zaman düşündü. nasıl düşünmesin ki küçük yaşında millî takımın hakikî oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. ben de çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel, bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çaprast [çapraz] vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkie sahip olmuştu. bunlardan birincisi fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de -birçok garazkârlar arasında- millî takıma dahil olmasıdır. henüz daha dârülfünûn [üniversite] sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun sinni [yaşı] yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden türk millî takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir. işte pek küçükten tanıdığım bu oyuncu, kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:
"futbola olan çıldırasıya aşkım 1328 [1912] senesinde başlar. şimdi yirmi yaşımda olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşımda imişim. şayet on iki sene evvelki bedri'yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olur isem şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen, ele avuca sığmayan lastikten bir makine... işte bedri...
o vakitler biz -şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi- bir usûl ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. biz o zaman futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzre mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.
işte birkaç sene ben mini mini vücudumu bu usûl ile yaktım ve zehirledim.
bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale, diğer duvar bir kale, bir tarafta on beş diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası 'futbol maçı' yapıyorduk. oyuncuların içinde ben en ufakları, lâkin en fedaîleri idim. öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrıyor, taşlığın üstünde, çocukların ensesinde perende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol yapıyordum.
bir gün ne oldu bilmem, başım hızla duvara çarptı. gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. evde bir hafta kadar yattım; başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama katiyyen müsaade etmiyorlardı. o zaman ittihatspor kulübü nün tam karşısındaki evi satın almıştık. futbolun her cuma ve pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben. ciğeri görmüş kedi gibi bakar bakar yutkunurdum. kendimi büyük maçları kıymetli oyuncular, görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. o zamanlar bir galib'i. bir hikmet'i, bir arif'i görünce, sanki peygamber görmüş gibi. kalbim çarpmaya başlardı. sevincimden çıldırırdım.
birkaç ay kadar geçti. iyiden iyiye yine başladım. lâkin bu defa -çok maç seyrettiğimden olacak- az çok futbolun usûl ve nizâmını öğrenir gibi olmuştum. arkadaşlarım caketlerini ve feslerini çıkarıp kuşdili çayırı'na iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. artık mektepte maharetim söyleniyordu: bedri'nin bir çalımı var ki... beş altı kişiyi yutturuyor!.. hem biliyor musun, hiç de kakma yemiyor; pire gibi kaçıyor!..'
333 [1917] senesinde kadıköy sultanîsi dahilinde iki kulüp vardı. hilâl. küçük ocak. ben hilâl'in kalecisi idim. mektep futboldaki kabiliyetimi inkişâf ettirdi.
334 [1918] senesinde alâeddin bey oyunu beğenmiş ve beni fenerbahçe'ye yazdırmıştı. artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. bir zaman geldi ki fenerbahçe üçüncü takımda oynamaya başladım. mektepte de maçlar yapardık. galatasaray, istanbul sultanîsi, âşiyân mektepleri ile yaptığımız maçların ekserisinde galip gelirdik. bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.
335 [1919] senesinde fenerbahçe ikinci timinde sağiç olarak oynamaya başladım. çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icâd etmiştim. şâyân-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdîr olunurdum.
bir gün galatasaray ikincisi ile fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. ben sağiç, zeki'nin kardeşi arif orta muhacim idi. oyun başladıktan pek az zaman sonra galatasaray'dan arif bize bir gol yaptı. top ortaya geldi. arif bana bir pas verdi. ben topu santr çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yardadan bir şut çektim. top havalandı, döndü dolaştı, rüzgârla beraber kalenin zaviyesinden [köşesinden] içeri girdi.
336 [1920] senesinde ilk defa olarak beylerbeyi'ne karşı birinci timde -takımın diğer azaları tamam olduğundan- solaçık mevkiinde oynadım. o gün güzel oynadım ve bir gol attım. sonra vefa ya, süleymaniye'ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.
337'de [1921] altınordu-fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. o gün cafer'i çalımla geçip, nedim'e bir gol atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. en büyük kusurum, futbolun ilk heveskâr mübtedîleri gibi [futbola yeni başlayan hevesliler gibi], çok razla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi.
daha sonra ingilizlerle olan maçlarımız gelir... ingilizlerle hemen her hafta taksim'de ve ittihatspor kulübü'nde gayet muntazam ve heyecanlı maçlar yapardık. ben solaçık veya soliç oynuyordum.
bir gün futboldaki maharetine perestiş ettiğim [hayran olduğum] biri bana dedi ki; 'görüyorsuyn ki, istanbul'da şimdiki halde iyi bir solaçık yok... işte senin için rakipsiz rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegâne saha... çalış, memleketin en iyi solaçığı olacaksın...'
filhakika pek çok çalıştım. sol ayağımla hiç vuramaz iken az zaman sonra sol vuruşlarımda ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.
ingilizlerle yaptığım maçlardan ben çok istifâde ettim. çalımı seyrekleştirdim, şahsî oyundan vazgeçtim. oyunumda serî ve bariz bir terakki mevcuttu. bilhassa süratim ve çevikliğim, eşapeler ile kaleye sokulup ortaya, içlere isabetli pasverişlerim, başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. ingilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum.
bir devir geldi ki artık istanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım. artık ingilizler gitmişti. lâkin hâriçten takım getiriliyordu.
îslavya-istanbul muhtelit takımı maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalâde bir oyun oynadım. o gün karşımda enternasyonal bir muavin olan -bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan- meşhur zayfiret tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. lâkin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum.
o günkü gollerin ikisinde de büyük hissem vardır.
islavya'yı romanya millî takımı takip etti. o gün fevkalâde bir surette hazırlandığım maçı mateessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. hastahanede iki aya yakın yattım. futbolun apansız geliveren bu menhus [uğursuz] hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. lâkin çok şükür iyileştim ve maşukuma [sevgilime] yine kavuştum. sakatlandıktan sonra yaptığım ilk maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabiî olarak muvaffak olamadım. lâkin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisâb ettim [kazandım].
türklerin de 1924 olimpiyatı'na iştirak etmeleri takarrür etmiş [kararlaştırılmış] ve bir türk futbol grubu ihzar edip [hazırlayıp] millî takımı meydana çıkarması için bir antrenör ihtiyaç hissedilmişti.
çok geçmedi günün birinde mister hunter nâmında bir ingiliz futbol antrenörü eskişehir'de seçme müsabakalarında hazır bulundu. hunter'in ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyânında [arasında] ben de vardım.
bir zaman geldi ki, paris olimpiyatı'na iştirak etmek üzre yola çıkan türk futbolcuları meyânında ben de bulunuyordum.
paris'te çekoslavalara karşı çıkan türk timinde solaçık olarak oynadım. o gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. o gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdır. yoksa o gün karşımıza ihtiyat [yedek] oyuncusu ile çıkan çek takımını mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.
futbol avrupa turnesi'ne çıktık. norrköping'de isveçlilere karşı; reval'de estonya millî takımı'na karşı; krakovi, ludc, prezemişel'de lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. bilhassa estonya millî takımı'na karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlatarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu.
işte şimdi avrupa'dan pek çok istifâde ederek avdet ettim [döndüm]. kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum.
1328'den [1912] 1340'a [1924] kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret...
şimdi hâl-i hazırda yirmi yaşındayım. fenerbahçe kulübü'nün ve millî takim'ın solaçığı bulunuyorum. türkiye'nin en iyi solaçığı olduğuma kaniim. bu kanaatim azmimin ve sa'yimin kolları arasında daima yaşayacaktır. daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu mevkiimi, bir mâni zuhur etmediği takdîrde, muhafaza ve terakki ettirebilirim. bunun için çalışacağım, daima çalışacağım. futbolu zekâ, cesaret, azim, sebat, nezâket, metanet gibi evsâf ve mezâyâyı [vasıfları ve meziyetleri] kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. en iyi oyunum iki sene sonra olacaktır."