ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında levent özçelik'in "dünya kupası anıları" başlıklı yazısından;
1990 italya dünya kupası, meslek yaşantımda yerinde görerek tanık olduğum ilk büyük organizasyondu. o güne değin, gerek fakülteyi bitirme sınavları gerek ise askerliğin bir an önce aradan çıkmasını istemem nedeniyle böylesi bir deneyimim olmamıştı. dönemin spor haberleri müdürü sevgili kenan onuk beni kendisinden biraz uzak tutmak istemiş olsa gerek; roma'da kalan merkez ekibinden ayrı olarak milano'ya yerleştik ve hep orada kaldık. milano'daki bizim ekip spiker murat ünlü ve kameraman melih uzunyol'dan oluşuyordu. az ve huzurluyduk. insan ilişkilerinde olumlu olmayı hep ön planda tutan, özellikle seyahatlerde çok kafadar olan murat ağabey ve dünya tatlısı rahmetli melih ile birlikte çok güzel günler geçirdik milano'da. bu organizasyondan altı yıl sonra atlanta olimpiyatlarında görev şehidi olan melih'le aynı odayı paylaşıyorduk. melih hem çok hoşgörülü ve arkadaş canlısı iyi bir dost hem de çalışkan ve atak bir kameramandı. öylesine hoşgörülüydü ki yirmi gün boyunca aynı odayı paylaşmamıza rağmen bir tek gün bile sabah uyandığımızda uykusuzluktan şikayetçi olmadı. oysa ben çok iyi biliyordum ki yorgun geçen günlerimizin uykuya döndüğü saatlerde, bırakın aynı odayı, koridordaki diğer odalara bile servis yapabilecek kalitede horlama servisi yapıyordum. (bu sıkıntıyı gidermek için birçok ameliyat olmama rağmen hâlâ fena değilimdir.)
bu tür büyük organizasyonlar hem zevklidir hem de streslidir. zevklidir çünkü milyonlarca insanın ekranları başında izledikleri maçlann heyecanına siz oynandığı stadda tanık olur unutulmaz anları yerinde yaşarsınız. öte yandan anlattığınız maçların dışında da sürekli haber peşinde koşarsınız. merkezden hep görüntülü haber beklentisi, hem de dişe dokunan türünden haber beklentisi vardır ve yaban ellerde bu iş çoğu zaman pek kolay olmaz. takımların kamp yaptıkları yerler birbirlerine genellikle çok uzaktır, adresler bilmediğiniz adreslerdir, kamplarda konulmuş bir dolu kural vardır ve harfiyen uyma zorunluluğu vardır, yani uzun lafın kısası haber aslanın tam da midesindedir.
aslanın midesine ulaşmaya çalışırken tecrübe kazanırsınız, insan tanırsınız, başka kültürlerin insanlarının olaylara nasıl baktığına tanık olursunuz, dünya görüşünüzde değişiklikler olur. tabii bakmakla görmek arasındaki farkın farkındaysanız...
italya '90 dünya kupası'nda ilk maçım torino'daki brezilya-isveç maçı. milano'da kalıyoruz ve fazla uzak olmayan torino'ya maç günü gitmeyi planlıyorum, maç akşam saat 21.00'de, otobüsün kalkış saati 18.00. aradaki süre staddaki pozisyonuma yerleşmem ve hazırlıklarımı yapmam için yeter de artar. ama bu hesap milano'daki hesaba ve milano'daki hesap otobandaki hesaba uymuyor. della alpi'ye 30-40 kilometre kala trafik kilitleniyor. hafta sonu tatilinden dönen torinolular ve maça gelenlerin araçları trafiği felç ediyor. ben de otobüsün içinde her tarafımdan felcim. otobüste benim dışımdakilerin hepsi yazılı basından. yani maç anlatacak tek spiker benim. düşünsenize ilk dünya kupası organizasyonum ve maçın başlama anında yayın pozisyonumda olamamak gibi bir tehlikeyle karşı karşıyayım! medya otobüsüne binerek tüm sorumluluktan arındığımı düşünen ben, 42 numaralı koltukta kendimle baş başa "ama medya otobüsü trafiğe takıldı" gerekçesi karşısında yöneticilerin soracağı soruyu onaylıyorum. "kardeşim neden daha önce trenle gitmedin? trenle... trenle..." maçın başlamasına 10 dakika kala hayatımda ilk kez gördüğüm della alpi stadının otoparkındayız. koştur basın merkezine, maç biletini al, yüzlerce merdiveni tazı gibi koşarak çık, pozisyonunu bul, kulaklığını kafana geçir düğmeye bas ve soluk soluğa olduğunu hissettirmemeye çalışarak "alo ankara, ankara, burası torino"... bu kâbusu yaşadıktan sonra eşeğimi her zaman trenin lokomotifine bağlamışımdır.
dünya kupası'nda anlattığım bu ilk maçta keyifli bir mücadelenin ardından brezilya, isveç'i 2-1 mağlup etmişti.