ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
polonya, boniek'ten yoksun çıktığı nou camp'ta, tilki rossf'nin iki golüyle boynu bükük bırakır bizi. bu ilk darbedir. ama trajik olanı sevilla'dan gelir. şimdi gelelim fransa-"west" almanya maçına.
yer: istanbul suadiye'de, tren istasyonunun arka sokaklarında, anne babası tatile çıkmış sevgilimin evi.
ev nüfusu: ben ve ara sıra "sen de birşeylerin iyi gitmediğinin farkında değil misin" veya "hani ankara'dan ilişkimizi konuşmaya gelmiştin" gibisinden yan toplar atan "gidici" sevgilim.
seyirci: gözünü ekrandan ayırmadan "tatlım, platini şu frikiği atsın da...", veya "tabii ki konuşacağız, evet tabii, koskoca yolu ne için gelmiş olabilirim ki" şeklinde zayıf defans kurgusuyla hiçbir "pozisyon üstünlüğü" olmayan, kazanma şansını "aşk yuvarlaktır" mecazına, daha doğrusu mucizesine terketmiş, ben.
ilk çeyrekte littbarski'nin golüne on dakika sonra platini'nin penaltısıyla cevap veriyoruz. normal süre böyle bitiyor. "hani birbuçuk saatte bitecekti, bu ne şimdi" mızmız'larıyla başlayan uzatmanın ilk on dakikasında 3-1 öndeyiz. "tamam", diyorum, "bu iş bitti, bu moralle hissi sorunlarımızı da gereği gibi çözerim." uzatmanın ikinci devresinde her şey "ben bu filmi görmüştüm ama, renkler değişikti" dedirtecek kadar aynı ve hızlı gelişiyor. şimdi penaltılardayız ve şu allah'ın belası schumacher'den tırsıyorum. battiston'u gerçekten alçakça indirdiği gibi, yine birşeyler yapar, diyorum. üçüncü penaltılarda 3-2 öndeyiz. daha sonraki yıllarda galatasaray'da da oynayan six, kaçırdığı penaltıyla umudumuzun bir kısmını alsa da, dağılmış değiliz. platini nasıl olsa atar, onlar da kaçırır. platini atıyor da, öbürü olmuyor. olsun bossis atar, onlar kaçırır. tam tersi oluyor.
içerden bir yerden geliyor. kıyafetini değiştirdiğini farkediyorum. bol bir gömlek geçirmiş üstüne. altında bütün hatlarını saran bir blucin. hiçbir şey sormuyor. üzüntümün bile farkında değil. kim kazandı diye de sormuyor. "tamam mı, kapatayım mı" diye bir şey söylüyor. sesinde izin isteyen bir nezaket değil, tam tersine, "bu rezalete son vermenin sırası geldi herhalde" diyen emir tonu var. "kapat", diyorum, ama ben bile sesimi duyamıyorum. susup, yutkunup, sadece bir beyaz bayrak da gösterebilirdim.
karşı koltuğa geçip bir sigara yakıyor. ben henüz sigaraya başlamamışım. "futbolu benden de çok sevdiğini bilmiyordum" diyor. hayır, yani, aslında; gibisinden, ama "kem küm", diye özetlenebilecek birkaç cümle kuruyorsam da, her şey için çok geç. ayrılmamızın, ikimiz için de iyi olacağını söylüyor. ertesi günkü finali izlememin "her bakımdan" hiçbir anlamı kalmıyor.
sonra ne mi oluyor? çok yavan şeyler!
74-78 periyodunda yakalanan tribün canlılığından eser yok. dağılan tespih taneleri, zaman zaman nostaljik halı saha maçları yapıyor, yılda bir akşam ankara, hatta yurtdışından gelen bir ahbap için kalburüstü bir meyhanede sofra kuruyor ama, evli barklılar "yenge"yle papaz olmamak için bu tür organizasyonlara giremiyor. girse bile, aile fotoğrafının toparlanmasında ciddi "sosyolojik" engeller var. bundan sonraki kupa tribünleri de, tribünden çok, 19 mayıs stadı civarından geçerken dış sahadaki maçlara beş on dakika göz atan telaş halini anlatıyor.
maradona'ya tanrı'nın uzattığı el kızdırıyor, uruguaylı batista'nın 56. saniyede oyundan atılması güldürüyor. '90 italya'nın, almanya-arjantin arasında '86 meksika'nın rövanşı olup olmayacağı umurumda olmuyor. fransız hakem michel vautrot'nun italya-arjantin maçını, öyle sakatlık falan gibi bir nedenden değil, basbayağı unuttuğundan tam 8 dakika fazla oynatması, daha enteresan bir not olarak belleğimde yer ediyor. zaten '94 amerika, ilgisizliğimi haklı çıkartacak hemen her şeyi yapıyor, ilk kez bir final 120 dakikası golsüz bittikten sonra, penaltılarla sonuçlanıyor. '94'te isveç'in patlaması veya nijerya kıvılcımı, bazen iç dünyamızda "orada birşeyler oluyor ama dur bakalım" gibisinden kıpırdanmalara vesile oluyorsa da, ruhumuzdaki uyuşukluğu atmaya hiçbir şey yetmiyor.
o lanet olası '82 yarı finalindeki almanya-fransa maçının hemen ertesi günü, penaltı kaçırmış bossis gibi beni kapının önüne koyan sevgilime, yıllar sonra bir ankaragücü-galatasaray maçı öncesi rastlıyorum. ankaragücü'ne yancı oluşumuzun, kuşkusuz fenerbahçe'nin menfaatiyle yakından ilgisi var. 19 mayıs stadı'nın park yerinde arabadan çıkıyor, amerikan traşlı, yüzünden sağlık fışkıran bir adamla birlikte beş altı yaşlarında sevimli bir erkek çocuğunu iki elinden tutmuşlar, üçü de sarı kırmızı boya küpüne girmişler gibi. kıvrılan bilet kuyruğunda üç metre yakın temas sağlıyoruz. gözgöze geldiğimde, futbolu ondan daha fazla sevdiğimi itiraf etmeme gerek kalmıyor. yıllardır ödeyemediğim borcumun "konusu" kalmıyor böylece.
ama, 74 ve 78 kupasını, o delifişek dört yılı; geç bulmuş, çabuk kaybetmiş bir sevgiliyi arar gibi, 19 yaşımdan beri delicesine özlüyorum.