kalecı fatih ile milli takim'da oda arkadasiydik. ingilizler'den 3 maçta 21 gol yiyince (bir 8 de fatih yemisti) gazeteler 'fatih ile yasar öyle iyi arkadaslar ki,yedikleri (!)içtikleri ayri gitmez' diye yazdi. ıkinci 8-0'lik maçta kalede o vardi.çünkü ilk 2 maçta 13 gol yedigim için oynamayacagimi biliyordum.fatih sürekli beni sıkıştırıyor ve 'abi ne olur, 8 olur mu?'diye soruyordu. ben de, '1-2 olur fazla olmaz' diyordum. o kadar çok sordu ki, bir gün darlandim,'yeter be. 7 olur, 9 olur ama 8 olmaz. o bana has!' deyip siyrildim. maç 8 olunca, fatih, 'abi be! senin yapacagin tahmin bu kadar olur' dedi, gülüstük.
8-0'lik bir ingiltere macinda 5. yada 6. golü yedikten sonra trt spikerinin dedikleri: "evet sayin izleyiciler,ingilizlerin bir atagini daha gol yiyerek savusturduk"
macin 90.dakikasi ve ingilizler bir gol daha atiyorlar ve spiker yine patlatiyor "evet sayin izleyiciler, mac bitti daha gol yiyoruz...
bu maçla ilgili semih yuvakuran ile yapılan röportaj şöyle;
meşhur ingiltere maçlarına da denk geldiniz. 8-0lık wembleydeki mağlubiyette siz de oynamıştınız? nasıl bir maçtı o öyle?
semih:ben o maçı hatırlamak bile istemiyorum hatta hala seneler geçmesine rağmen o maçın özet görüntülerini ancak 3. gole kadar izleyebiliyorum. bir ay kendime gelememiştim o maçtan sonra. tek hatırlamak istediğim şey bir çok futbolcuya nasip olmayan wembley stadında oynama şansını elde etmekti bir de soyunma odaları harikaydı.
-etkilendiğiniz pek çok oldu galiba wembleyde?
semih:olmaz mı, muhteşem bir çim vardı, öyle çim o zaman türkiyede hiçbir statta yoktu. sahaya çıktık bir baktım yanımızdan kamera yürüyor bu ne ya dedik bir baktım benle birlikte kamera da geliyor meğer raylı sistem varmış kamera rayın üzerinde hareket ediyormuş. tabi o zaman biz öyle bir teknolojiyi hayal bile edemiyorduk.
-bir çok efsane var o maçlarla ilgili. görevli bir çocuğun skor tabelasını gol oldukça değiştirmekten yorulduğu söylenir. bu doğru mu?
semih:şimdi maçlarda öyle bir uygulama yok ama o zamanlar hem elektronik skorbord vardı hem de bir görevli gol oldukça eline iki tabela alıp sahayı boydan boya dolaşıyordu. bizim ingiltere maçı başladı hemen ilk golü yedik, o görevli çocuk aldı eline 1-0 yazan tabelaları koşturmaya başladı, tam turunu bitiriyordu bir gol daha yedik. 15-20 dakika geçti çocuğun iflahı kesildi, biz habire gol yiyoruz o da tabelalarla koşturuyor, çocuk daha yolun yarısına gelmeden biz yine yiyoruz, maç falan seyrettirmedik çocuğa. hatta dedik ki lan birkaç gol daha yersek çocuk yere düşüp bayılacak.
-maç sonrası wembleyde havuz, sauna seansı da olmuş galiba?
semih:ya maçtan çıkmışız bir girdik soyunma odasına süper, havuz falan var tabi daldık hemen bir güzel eğlendik hatta deve güreşi oynayanlar falan oldu, bağıranlar, parande atanlar, ortam iyidi yani. tabi biz o zaman nerede soyunma odasında havuz bulacağız, hazır gelmişken wembleye tadını çıkardık.
-teknik direktör mustafa denizlinin tepkisi ne olmuştu. yani maçı 8-0 kaybedip, bir de soyunma odasında sefa sürmenize…
semih:mustafa hoca içeri bir girdi bizi öyle havuzda makara yaparken buldu şaşırdı kaldı. ilk tepkisi yazıklar olsun size adamlar orada 8 gol atmışlar seslerini çıkarmıyorlar, soyunma odalarında sessiz sessiz giyiniyorlar, siz 8 yemişsiniz eğlence yapıyorsunuz, sanki dışarıda 8 golü ben yedim olmuştu.
-abdülkerim durmaz 5-0lık ingiltere maçında oynadığını, diğer iki maçı 8-0 kaybettiklerini dolayısıyla kendisinin ne kadar iyi bir defans oyuncusu olduğunu söylüyor.sizce haklı mı?
semih:valla sallamış onlar 5 yediler ama bir kere bile rakip kaleye gidemediler, biz en azından 2-3 kez degajla megajla orta sahayı geçmiştik.
-o maçla ilgili bir de kaleci ile defansta oynayan savaş arasında bir diyalog vardı. kaleci topu kaçırıp, savaşla çarpışmış nasıl bir diyalogtu o?
semih:sağdan bir orta geldi kaleci lineker çıktı kafaya bizden de kaleci fatih ile savaş beraber topa yükseldiler, bir baktım ikisi de yerde. fatih kendinden geçmiş ahhh,ahhh diye sesler çıkarıyor, namaz kılar gibi yerde yatıyor. fatih, ne oldu lan? diye sorduk bir saniye sonra hafif kafayı kaldırdı, savaşa döndü abi top nerede, tutamadım mı?dedi. savaş da hangisini tuttun ki yedik yine golü dedi. zaten maç 7-0 olmuştu o golle, sinirden başladım gülmeye allahtan kamera falan çekmedi beni o sırada yoksa manyak mı bu herif niye gülüyor derlerdi.
-sizin başka anlatacağınız komik anı var mı o maçla ilgili?
semih:maça giderken takım otobüsündeyiz arkamda kaleciler var yaşar ile fatih uraz. yaşar bir önceki ingiltere maçında 8 gol yemiş, bu maçta o yedek olacak fatih oynayacak. fatih de yaşara soruyor abi ya nasıl 8 gol yedin ya, ben olsam yemezdim 8 tane de yenir mi� falan diyor. yaşar da ona büyük konuşma oğlum, ananın şeyini görürsün, ben ne yapayım adamlar atıyor işte gibi şeyler söylüyor. tabi ben bunların böyle konuştuklarını duydum eyvah� dedim içimden bu iki kova başlamışlar abuk sabuk 7-8 muhabbeti yapıyorlar başımıza bir şeyler gelecek kesin dedi. nitekim maçı yine 8-0 kaybettik. bir de maç bitti ertesi gün gazeteyi aldım elime,, arka sayfayı açtım simsiyah cenaze dolayısıyla kapalıyız yazıyordu.
buraya bu anıyı koyanın notu:ya koptum ya bu anıya.yok böyle bir şey
-milli maçlardaki facialardan bahseder misiniz? sizin başınıza da traji komik olaylar gelmiştir mutlaka?
tanju:o meşhur 8-0lık ingiltere maçı var, wembleydeki, ben o maça yedek çıkmıştım, sonra ikinci yarı durum 5-0 iken kurtarıcı olarak oyuna girdim tabi ben girdikten sonra adamlar 3 tane daha atıp, bizi 8-0 yenip gönderdiler. işte o gün gol yedikçe o tabelacı çocuk koşturup duruyordu, biz de habire yiyorduk, kalecimiz sağolsun çok iyiydi o gün, gelen geçen ne varsa aldı içeri. bir de o gün wembleye çıkınca çok şaşırdım, o nasıl bir çimdi öyle inanılmaz güzeldi, hele maç sonrası soyunma odasında havuz vardı, havuz çok önemliydi adamlarda resmen teknoloji harikaydı
milli takım teknik direktörü mustafa denizli ertesi günü yaptığı açıklamada istifayı düşünmediğinin altını çizerek şunları söyler ; “farklı skora maç başında yediğimiz golle oyun disiplinimizin bozulması ve savunmadaki bariz hatalar sebep oldu. grupta bizim için 2 inci veya sonuncu olmak birşeyi değiştirmez. grup 1 inciliği için sahaya çıktık, riskli oynadık, farklı yenildik. az farklı yenilseydik bugünkü eleştirilerin hiçbirisi olmayacaktı.”
ilk basımı 1993 olan, futbol ve kültürü kitabında yer alan tanıl bora ve necmi erdoğan'ın "dur tarih, vur türkiye: türk milletinin milli sporu olarak futbol"
her ülke futbolunun 'milli' özelliklerin damgasını taşıdığından sözetmiştik. bunu tersten de ifade edebiliriz: milliyetçiliğin kalıpları, örüntüleri veya millet hakkındaki telâkkiler, 'milli' futbola da uyarlanır. bu uyarlamanın çarpıcı örneklerine, milli maçların veya kulüp takımlarının oynadığı dış maçların spor basınındaki yorumlarında rastlayabiliriz. etrafın düşmanlarla çevrili olduğu tespitleriyle beslenen abartılı bir tehdit algılaması, dünyanın ve batı'nın komplosuna maruz olma sendromu, özellikle hakemlerin 'değerlendirilmesinde' kendini gösterir. kötü sonuçlar hakem kararlarına, hakem kararları cümle âlemin türk düşmanlığına bağlanır. türk futbolcuları dış maçlarda hakemlerle çok konuşarak (daha doğrusu çoğu kez işaretleşerek), uluslararası standartların çok ötesinde itiraz ederek bu 'mağdur millet' motifini zenginleştirirler.
başka ülkelerde olduğu gibi türkiye'de de medyatik futbol söylemi, milli kimliğin yeniden kuruluşunda ihmal edilemez bir paya sahiptir. oyun hakkında basitçe haber veriyormuş, sadece sahada olan biteni aktarıyormuş gibi yapan medya, aslında, bunu yapılaşmış bir ideolojik-söylemsel kompleksin içine yerleştirerek sunar. bunu en güzel örneklerinden biri, uluslararası maçların milliyet bir bağlamda yeniden kurulmasıdır. lig maçlarına ilişkin haber, yorum ve yayınlarda, spikerin tarafgirliğini elevermesi yorumcunun "takımından" sözetmesi, spor basınında büyük takımlara ayrılan sayfalarda doğrudan ya da örtük bir şekilde o takımların taraftarlarına hitap edilmesi gibi söylemsel öğeler bir yana bırakılırsa, takımlar ilke olarak "nesnel" ve "tarafsız" bir dille ve sadece "adlarıyla" anılırlar. oysa aynı takımlar uluslararası maçlarında millet olarak "bizim" temsilcimiz olarak sunulurlar. "bütün türkiye'nin gözü" onlardadır; "milletçe" kalbimiz onlarla beraber atar. yaşadığımız "wembley faciaları"ndan birini televizyonda naklen anlatan spikerin "nihayet özlediğimiz ofsayt bayrağı kalktı" gibi laflar edebilmesi, milli kimliğimizin kuruluşunda (ve yeniden kuruluşunda) ne tür sancılar çektiğimiz, nasıl çeresizliğe düşebildiğimizi eleverir - "bu millet", bir haklı ofsayt bayrağını bile özlemiştir!
medyatik futbol söyleminin milliyetçi momentinin önemli tezahürlerinden biri, "bu takımı da yenemezsek hangi takımı yeneceğiz" yerinmesiyle "üçüncü viyana kuşatması" hevesi arasındaki yüksek gerilim hattında ortaya çıkar. medyada yeniden kurulan bu batı hayranlığı ve batı revanşizmi ikiliğini, izleyen bölümde ele alacağız. türk milliyetçiliğinin futbol bağlamındaki medyatik tezahürünün bir başka karakteristiği, "milli mağlubiyetlerimiz"in tercihen "dış güçler" merkezli bir 'etkililik indeksi' ekseninde açıklanarak "milletimizin üstün vasıflarından şüpheye düşülmemesini sağlama eğilimidir. 'mağdur millet' sendromu, milli takımın "otuz bin nüfuslu" san marino karşısında bile kendine bir yer bulur; "arap hakem iki penaltımızı verme"miştir. yenilginin sorumluluğunu ki şiselleştiren "ruhsuzlar", "kansızlar" gibi 'iç faktörler', son yıllarda kullanımı azalsa da, daima el altında tutulan malzemedir. "haysiyetli yenilgi", "ezilmeden yenilmek", "şerefli beraberlik" gibi icatlar, hin-i hacette, türk milletinin haysiyetine halel gelmediğini vurgulamak içindir. "dış faktör" etkeninin görece masum bir uzantısı, tabiatın cilvelerine yapılan göndermelerdir: "yağmurun yağması", "gece maçlarına uyum sağlanamaması" gibi... zihniyet dünyamızda, elbette onun kadar yer kaplamasa da, batı'yla ilişkimizdeki gibi kahretmekle hayranlık arasında binamaz bir yer tutan "şark kurnazlığı", kimi zaman bu dış faktörlerle başetmeye dönük bir 'milli haslet' olarak devreye girer: sıcak havada oynayamayacakları sanılan finliler ile yapılacak maç antalya'ya alınır (2-1 yeniliriz!); gece maçına alışkın avrupa takımlarıyla "uğurlu" izmir atatürk stadı'nda öğlen 12'de maç 'ayarlanır', vs.. bir takımımızın avrupa kupası maçını yönetmeye gelen yabancı hakemlerin kulüp yöneticilerimizce boğaz'da felekten bir gece geçirmeye götürülmesi veya hakemlere deri takım hediye edilmesi, basında takdirle karşılanır. dürüst ve saf milletimizin ayak oyunlarına mağlup olmamasının gereği ne ise, yapılmalıdır; "dış faktör"ü altetmek için 'her yola' başvurulacaktır. osmanlı'nın çözülüş sürecinden beri batı'ya ve genel olarak diğer milletlere güvenmekle kaybeden yücegönüllü türk milleti, artık "bu işleri öğrenmektedir". galatasaray'ın 1988'de neuchatel xamax'ı (3-0'ın revanşında) 5-0 yendiği maçın uefa tarafından iptal edilmesi "türk'ün başarısına tahammül edemeyen" dış güçlerin komplolarının müstesna bir örneği telâkki edildi ise; akabinde uefa'nın bu kararının iptal edilmesi için seferber olan ve yetkilileri ikna etmek için epey "fedakârlık" yaptığı ima edilen türk lobisinin başarısı da, "türk'ün artık bu işleri öğrendiği"nin müjdesi olarak algılanmıştır!
medyatik futbol söylemi, uluslararası maçları türk milleti açısından "ölüm-kalım meselesi" (beka davası) havasında sunarken, lig maçlarında da kullandığı askeri söyleme özgü lügâtçeye daha sık başvurarak milletler arası "savaş" efektini pekiştirir: "dinamit gibiyiz, frankfurt'u parçalayacağız", "sonuna kadar savaşacağız", "öldüren taktik! sarı-lacivertli futbolcular 'sigma'yı kontrataklarla vuracağız' diyorlar"... galatasaray ile roma'nn karşılaşması "osmanlı'nın çocuklarının roma imparatorluğu ile çarpışması" diye sunulur; kurada galatasaray ile eşleştiklerini öğrenen romalı haessler'e "anneciğim türkler geliyor!", 'dedirttirilir'. avrupa kupası maçları gündeme geldiğinde türk takımlarının yabancı futbolcularına gösterilen muamele, türkiye'de milliyetçi söylemdeki 'kaymalar' hakkında fikir vericidir. galatasaray'ın alman oyuncusu falco götz'ün eintracht frankfurt maçı öncesinde söylediği, "o gün ben alman olduğumu unutacağım, futbolun milliyeti olmaz" sözleri, "helal sana be falco" yollu yorumlarla milliyetçi bir bağlama yerleştirilerek selamlanır. "futbolun milliyeti olmaz" lâfını bazen türk spor basını da sarfeder, "işte sporun millet farkı tanımayan güzelliği" gibi romantik çıkışlar ara sıra yapılır; ama bu sözlere ancak, türklüğü vatandaşlık temelinde tanımladığını, etnik-kültürel kökeni önemsemediğini vaz'eden ama kolaylıkla etnisistkültürel vurgulara açılabilen resmi (kemalist) türk milliyetçiliğinin lâfzına güvenilebileceği kadar güvenilebilir. frankfurt maçından sonra taraftarların eline tutuşturduğu türk bayrağıyla koşan stumpf (galatasaray'ın diğer alman futbolcusu), futbol basını nezdinde, tabii ki "futbolun milliyeti olmaz" diyen falco'dan daha makbuldür. böylesi fotoğrafların altına, "stumpf türk gibi!", yazılır. aynı ay, fenerbahçe'nin bulgaristan'ın botev takımıyla yapacağı maç öncesinde, fenerbahçe'nin bulgar futbolcusu stoilov hakkında "bulgar, satacak" şaibesi ortaya atılmıştır. "bizden biri" olmakla "hıyanet" arasındaki mesafe yok denecek kadar azdır. futbolun milliyeti olmaz - ama yine de takımlarımızdaki yabancı futbolcuların "türk gibi" olması iyidir!
- ingiltere maçına gelirsek, bu üzerinize yapışan 8-0'lık etiket sizi yaralıyor mu? fatih uraz, sizin ‘yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi’ sözüne çok içerlemiş. sitemize de sizin bahsettiğiniz gibi oda arkadaşlığı yapmadığınızı açıkladı. ne dersiniz?..
“oda arkadaşlığı yaptığımızı ispat ederim. şimdi telefon edip, boşandığım eşimle sizi konuşturabilirim. ingiltere maçı öncesi, kampta ben odada yokken, eşim aramış, lobide olduğum için fatih telefona yanıt vermiş. buna ne diyecek? 'yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez' açıklaması ise bana ait değil. ben o maçta yedektim, hocamız da mustafa denizli idi. maç sonrası uçakta gazetelere baktık, hürriyet gazetesi'ni açtık. 'onlar o kadar iyi arkadaş ki, yedikleri içtikleri dahi ayrı gitmez' haberin başlığıydı. ayrıca, işin gerçeği, 8 gol yememiş mi?”
milli takımımızın en ağır yenilgileri olarak tarihe geçen 8-0’lık ingiltere maçlarında gary lineker ve bryan robson ile birlikte kalemizi gole doyuran oyunculardandı john barnes. aslen jamaikalı olan barnes, doğup büyüdüğü ülkesini dünya kupası finallerine götürme hayali ile yaklaşık 7 ay önce başladığı teknik direktörlük görevinden geçen hafta istifa etti. haftabaşında ise ingiltere 3. lig takımlarından tranmere rovers ile anlaştı.
toplam 79 kez ingiltere milli takımı formasını giyen barnes, milli takımı tam 14 sene önce bırakmış olmasına rağmen ingiltere’yi en çok temsil eden siyahi oyuncu ünvanını halen elinde bulunduruyor. barnes’ın milli takım kariyerinde ise türkiye’nin ayrı bir yeri var:
- ingiltere forması ile 38 farklı ülkeye karşı mücadele eden barnes, karşısında en çok türk milli takımını görmüş (5 kez). dahası, barnes ingiltere milli takımı tarihinde türkiye’ye karşı en fazla forma giyen 3 futbolcudan biri (diğerleri yine 5’er kez ile lineker ve robson).
- yedi farklı ülkenin milli takımlarına karşı (8’i resmi, 3’ü hazırlık müsabakalarında olmak üzere) toplam 11 gol bulan barnes’ın birden fazla gol kaydettiği tek ülke türkiye. milli takımımızın filelerini tam 4 kez havalandıran barnes, tüm gollerini 1984 ve 1987 yıllarında 8-0 mağlup olduğumuz iki maça sığdırmış. barnes aynı zamanda lineker (6) ve robson’ın (5) ardından, ingiltere milli takımı forması ile türkiye’ye en fazla gol atan 3. futbolcu. zaten bu üçlü ingiltere’den yediğimiz toplam 31 golün neredeyse yarısına imza atmışlar.
ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
yıl 1989... ıngilizler'in yaşayan en büyük futbolcularından bobby charlton, bir kimyasal boya üreticisinin davetlisi olarak istanbul'a gelmiş. söyleşi için dolmabahçe'de buluşuyoruz. laf lafı açıyor ve konu futbolda yabancılar meselesine geliyor. 'sir' charlton, pek çok muhafazakâr ingiliz gibi, futbollarının dışarıdan esen rüzgârlarla sarsılmasına karşı... "yakında avrupa birliği üyesi ülkelerde sınırlar kalkacak ve tüm iş kollarında serbest dolaşım olacak. o zaman ne yapacaksınız?" diye soruyorum. "futbol diğer işlere benzemez. yabancı sayısında sınırsızlık diye bir şey olamaz. futbol kendi kurallarını koyar. yabancı oyuncu sayısı artmamalıdır" diyor sert bir sesle.
bu soruyla başlayan gerginliğin katsayısı, söyleşi boyunca yükseliyor ve ben "sizin futbolu bıraktığınız günden bu yana ingiliz milli takımı, uluslararası organizasyonlarda başarılı olamıyor. bunun sebepleri nedir?" sorusunu yöneltince bobby charlton patlıyor: "bizim futbolumuz iyi durumda. siz kendi halinize bakın!"
sesimi çıkaramıyorum. ne yaparsınız? devir, ingiltere ile oynadığımız her milli maçta bir araba dolusu gol yediğimiz devir... söyleşi, cevap almayı umduğum soruların yarısını bile soramadan yavan bir biçimde sona eriyor.
yıllar sonra, bosman yasası'yla birlikte 'kıta avrupası'ndan futbolcular ada'da cirit atmaya başlayınca, epey kulaklarını çınlattım sir charlton'un. hele, onun şeref üyesi sıfatıyla yönetiminde yer aldığı manchester united, bir zamanlar burun kıvırdığı yabancıların katkılarıyla avrupa şampiyonu olunca...
ingiliz futbolu şu sıralar tarihinin en bunalımlı günlerini yaşıyor. son avrupa şampiyonasından daha ilk turda elendikten sonra, 2002 dünya kupası elemelerine de, wembley'de almanya yenilgisiyle ve teknik direktörleri keegan'ın istifasıyla girdiler. şimdi harıl harıl teknik direktör arıyorlar. federasyon yöneticilerinden adam crozier, "yeni menacer yabancı da olabilir" deyince, futboldaki muhafazakâr kanadın eleştiri oklarından nasibini almış. başı kimin çektiğini tahmin edebilirsiniz: sir bobby charlton elbette... tıpkı 11 yıl önce, sık sık 8-0 yendikleri bir ülkenin genç bir gazetecisini terslediği ses tonuyla "milli takım'm basına bir yabancı getirmek, ulusal onurumuz için bir hakarettir" buyurmuş!
geçen hafta herald tribune'deki yazısında rob hughes, "ingiltere'nin kriket takımını bir zimbabweli çalıştırırken, en büyük ulusal gurur kaynağı olimpiyat şampiyonu kürekçi steven redgrave antrenör olarak bir doğu alman'ı seçmişken, futbolun başına bir yabancıyı düşünmek niçin hakaret olsun?" diyordu.
futbol oynadığınız 60'lı yıllarda muhtemelen hiçbir topu ıskalamamıştınız, sir charlton... ama kabul edin, şimdi ıskalıyorsunuz. futbolu icat eden ulusunuzun bir yüzyılda kazanabildiği tek dünya kupası'nda büyük rol oynamış, ulusal kahraman katına yükselmiştiniz. adınızın önüne gelen unvan, o günlerden yadigâr. ne yazık, orada kalmışsınız. siz ve sizin gibi düşünenler, bilgiyi ve yetenekleri sınırların arasına hapsedebileceğinizi düşündükçe, geleneği ne kadar zengin olursa olsun, ülkenizin futbolu yerinde saymayı sürdürecek.
radikal, 15 ekim 2000
bugünden bakınca: sonunda ingiliz futbolu en koyu umutsuzluğa düştüğü anda, bütün tutucu yanlarını bir kenara bıraktı ve milli takım'ın başına bir ısveçli'yi, sven göran eriksson'u getirdi! o gece sir charlton, bir büyük viskiyi devirmiştir herhalde...
türk futbolunun en karanlık günlerinde milli takımımızın başına en çok bela olan oyuncu. 16 kasım 1985'te kendisiyle tanışma şansızlığını yaşadık. dünya kupası elemelerinde wembley'de oynadığımız, hani şu abdülkerim durmaz'ın wembley'e ilk ayak basan türk futbolcu olma hevesiyle öncesinde büyük bir depara kalkıştığı maçta, ingilizlere 5-0 mağlup oluyorduk ve gollerden üçünü lineker atıyordu. hatta yine abdülkerim anlattıklarına bakılacak olursa, yediimiz gollerinde birinden sonra kendisiyle kaleci yaşar arasında "lineker'i gören oldu mu? / valla az önce buradaydı" gibisinden bir konuşma bile geçmiş.
çok değil iki sene sonra bu kez avrupa şampiyonası elemeleri münasebetiyle yine wembley'deydik. ve lineker karşısında bu sefer abdülkerim olmadığı halde, yine iş başındaydı. ingiltere karşısında ikinci bir 8-0 faziası yaşarken baş belamız bir kez daha üç gol atıyor, böylece milli takımımıza iki kere hat-trick yapan tek oyuncu olarak futbol tarihimizdeki yerini alıyordu.
kimi zaman sürpriz bekledik, çarpıldık. bazen şekerli kuralan acıyla sonlandırdık, bazen de zoru başardık. son 20 yılda milli takımımız avrupa şampiyonası ve dünya kupası elemeleri'nde hangi rakiplerle eşleşti, ne umdu ne buldu...
1988 avrupa şampiyonası elemeleri ingiltere, yugoslavya, k.irlanda
şerefli mağlubiyetler döneminin yeni yeni atlatılmaya başlandığı günler. coşkun özarı artık sigarasını tersten yakmaz, kura çekimleri öncesi gazetelere "gözüm latinlerde" şeklinde demeçler bile verir. zira avrupa'nın o dönem de gözde ekipleri ispanya ve portekiz'le eşleşip, onları yenmek ve avrupa'nın gözüne girmek ister. ama futbolcuları maçtan maça görme gibi bir sıkıntısı vardır özarı'nın. lig fikstürünün milli takıma göre tanzim edilmesini ister ama bir türlü sesini duyan olmaz. "formda bir erdal, kuvvetli bir selçuk, zonguldaklı cemal ve sanyerli rıdvan ümitlerimi yeşertiyor" sözleriyle o da herkesin ümitlerini yeşertir.
frankfurt'ta 15 temmuz 1986 günü yapılan kura çekimine gidilir. torbalardan çıkan takımlar ise kimseyi heyecanlandırmaz. "eski dostlarla eşleştik" sütunları kaplar. eski dostun en acımasızı 14 kasım 1984'te 8 gol yenilen ingiltere olur. lider tamamlayacak takımın almanya'daki şampiyonaya katılacağı grupta hiç mi hiç şansı yoktur türkiye'nin. yugoslavya temsilcisi bojeviç, ingiltere'den croker ve kuzey irlanda federasyon başkanı covan sözbirliği etmişçesine "sakın sürpriz yapmayın" der, iddiası olmayan türkiye'nin alabileceği bir puanın bile dengeyi bozabileceğine dikkat çekerler. rakiplerin isimlerini duyar duymaz özan'nın gardı düşer. "çok zor gruba düştük" diyerek umutlan söndürür. o dönemin yugoları'ndan stankoviç, çelebiç, pesiç ve kovaçeviç "şansınız yok arkadaş" sözleriyle dertlere dert ekler.
ilk maç yugoslavya ile yapılır. split'teki sonuç hüsrandır: 4-0. coşkun özarı ile ayrılık noktasına gelinir. kuzey irlanda ile yapılan maçta da "babamız için oynayacağız" diyen futbolcular özarı'yı beraberlikle uğurlar.
özarı'nın yerine gelen mustafa denizli'nin ilk sınavı da ingiltere ile olur. takımında uzun süre oynayamayan savaş demiral'ı ilk 11'de, sol ayaklı iskender'i de sağda oynatır. formül tutar ve ingiltere'den izmir'de 0-0'lık sonuçla bir puan alınır. sonrası ise yine facia... ingiltere'den bu kez wembley'de yenilen 8 gol, k. irlanda ve yugoslavya yenilgileri... iki beraberlikle ve iki puanla sona kalan ay-yıldızlı ekip olur.
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
kahramanlar ve hainler
(...)
bizde ingilizlerden yenilen bol gollü maçların muhabbeti çok yapılır. öyle ki, bu hezimetlerden istihzayla bahsetmek hastalıklı bir tezahürün de resmidir kanımca. türkiye'nin yetiştirdiği en iyi kalecilerden ali artuner bile uzun yıllar önce lehlerden 8 gol yemişse diğer kalecilerin günahı nedir bunda? her ne kadar yine bir trajediye işaret etmiş olsam dahi belirtmeden geçemeyeceğim, berabere biten ingiltere maçlarında neden hoca ve tüm futbolcular övgüye mazhar olurken 8-0'ın ceremesini kaleciler çekiyor?
fatih uraz'ın "adamın abdalı kaleci olur" kitabından;
zorunlu bir başlık: hezimetler
"ingiltere önünde neden elimiz ayağımıza dolaşıyor, polonya bile fark yiyebileceği bir maçtan puan çıkarırken biz neden wembley'de hezimete uğruyoruz?" diye soranlar olacaktır. gol yollarını bulamayan, hücum yapmayı beceremeyen, çabuk organize olamayan, mağlup duruma düşer düşmez oyun disiplinini unutan, teslim bayrağı çekmeye hazır bir takımın bozguna uğraması kaçınılmazdır. polonya 1-1 biten o mucizevi maçta gol atmakla kalmamış 3 tane de gol pozisyonu yakalamıştı. bize gelince, pozisyon yaratmayı bir yana bırakın, dişli rakipler karşısında orta sahayı bile geçemediğimiz zamanları hatırlıyorum.
garrincha dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sağ açıklarından biridir (1933 -1983 yılları arasında yaşamış olan garrincha'nın gerçek adı manuel francioso dos santos'dur. brezilyalılar uzun adlara sahip olanları kısaltmaya mecbur kalmışlar, tıpkı edson arantes do nascimento'yu pele diye çağırmaları gibi). özelikleri rakip defanslar tarafından iyi bilinmesine karşın nedense kimse onu durdurmayı başaramamıştı. rakip defansı hallaç pamuğu gibi bir o yana bir bu yana yatırdığı bir gün, hakemin onu yanına çağırdığı ve oyundan atmakla tehdit ettiği halen anlatılır brezilya'da. driplingleriyle parmak ısırtan, kornerden goller atan, toplara menzil tanımaksızın vurarak herkesi mest eden garrincha hakkında bir gazetecinin ağzından şaşkınlıkla dökülen "bu adam hangi gezegenden?" sorusu sanırım onu ifade eden en doğru sözlerdir. garrincha örneğini vermemin sebebi oyun esnasında ne yapacağının bilinmesine karşın rakiplerinin buna çare yaratmakta aciz kalmış olmasıdır.
beşiktaş'ın liverpool'a 8-0 yenildiği maçı seyrederken ikinci golden sonra 1987'deki wembley hezimetini anımsadım. uzaktan iyi seçemememe rağmen oyuncuların yüz ifadelerini tahmin edebiliyordum, sanki skor 2-0 olduktan sonra bizim oyuncuların hal ve hareketleri felaketin gelişini bas bas bağırıyordu.
mücadele esnasında en kötü şey insanın kendini çaresiz hissettiği andır. bu his rakibin üstünlüğünü kabul ettiğiniz, artık maçı leyhe çevirmenin imkânsız olduğunu kabullendiğiniz anlarda hasıl olur. böyle zamanlarda sadece hırsınızı değil, top oynama arzunuzu ve direnme gücünüzü de kaybedersiniz. hatta an gelir, bencilce bir hisle, sadece kendinizi kurtarmak adına çareler aramaya başlarsınız. tanrı'dan ve maçın bitiş düdüğünü üileyecek hakemden başka yardım edecek kimse kalmamıştır artık size.
wembley'de ingilizler dalga dalga gelirken, tek istediğim şey maçın bir an önce bitmesiydi gerçekten. bir pozisyonu hiç unutamam, bir ara bizim takım hücuma kalkmış gibi olmuştu. herkes topyekûn rakip yarı alana gittiğinde ne göreyim? lineker orta saha çizgisinin üzerinde libero erhan'ın arkasına sinmiş, orada avcı bir hayvan gibi beklemiyor mu? avazım çıktığı kadar bağırıp çağırmıştım, lakin duyan yoktu ki!
maç yemeğinde takım arkadaşlarıma "bu akşam ilk dakikalarda gol yemeyelim de..." diye başlayan endişe yüklü bazı cümleler sarf etmiştim. oysa daha elimi bile değdirmeden o topu iki kez ağlarımda görmek nasıl da içimi acıtmıştı, anlatamam. buna neden olan şey neydi gerçekten? kaderin cilvesi mi, yoksa yeteneksizliğimiz miydi burada etkin olan şey ya da bizi "ingiltere'yi yenmeye gidiyoruz" diye safdilce bir hayalperestlik içine sokan hocamızın kifayetsizliği mi? belki hepsi, belki de hiçbiriydi. ancak elektrik direklerini dahi deviren bir fırtına ve yağmurun olduğu o gecenin devre arasında kaleci kazağımın hali ortadaydı ve ben onu değiştirememe nedenini iyi biliyordum- ortalıkta ikinci bir kaleci kazağı yoktu çünkü.
insan cesaretini ve moralini kaybettikten sonra ne yazık ki şans faktörü de devreden çıkıveriyor! bırakın karşı takım forvetlerinin çektiği şutları, yaptığı ortalan, geri pasları bile kaleciye ecel terleri döktürüyor. beşiktaş kalecisi hakan'ın ileriye doğru vurmak istediği topun babel'in sırtına çarparak gol olmasında yaşandığı gibi; aynı babel'in bir de topuğuna çarpan top gol olmuştu!
wembley bozgununa rağmen 6 ay sonra yeniden milli takıma dönmüş ve macaristan maçını gol yemeden tamamlamıştım. kariyerimi sonlandıran o meşum trafik kazasına kadar oynamayı sürdürdüğüm için şanslı sayılırım aslında. dikkat ederseniz her hezimet sonrasında öncelikli olarak kalecilerin bileti kesilir ve başka adlara şans verilir. dev kaleci ali artuner 8-0'lık polonya mağlubiyetine takılıp kalmadan milli takım kariyerini sürdürürken yaşar ile zafer hezimet enkazının altından çıkamadı. dünyanın en iyi kalecilerinden biri kabul edilen zamora'nın kariyerinde bile yine ingilizler'den yenilen 7 gol bulunurken demek ki, şu hisseyi hatırlamak ve hatırlamakta her daim fayda var: evet, yere düşünce kalkmasını bilmek meşakkatli de olsa bir sanatmış.
kaleci olmanın zorluğuna verilecek örnekler bakımından zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. mesela ankaragücü kalecisi arif peçenek'i ele alalım... romanya-türkiye maçında sırtı dönük oyuncusuna verdiği el pasının gol olmasından sonra bir daha milli takım yüzü görmemiştir. yine '80'li yılların başında, 1. lig'de henüz iki maç oynamış cengiz adında genç bir kaleci vardı. çıktığı üçüncü maçın son dakikasında orta sahadan kendisine verilen geri pası ayağının altından kaçırdıktan sonra bir daha kendisinden haber alınabilmiş değildir.
farklı mağlubiyetler ve şans eseri yenen goller avrupa ülkelerinde "iş kazası" olarak adlandırılırken ülkemizde istihzayla anılır ve kalecilerin ipi çekilir. daha da kötüsü bu olayın dünya durdukça hatırlanması ve geyik muhabbetlerinde masaya getirilecek oluşudur.
benimle aynı dönemde oynamış olan gençlerbirliği'nin file bekçisi okan da bu kazazedelerden biridir. iyi niyetli ama acemi bir hocanın kurbanı olduğu için daha 27 yaşında milli takımdan kopmuş ve hızla zirveden aşağı yuvarlanmıştır.
1988 yılında macaristan-türkiye maçı oynanmaktadır. 0-0 devam eden mücadelede hakemin bitiş düdüğüne ramak kala tınaz tırpan kulübemde oynamayan futbolcu kalmasın temennisine gömülür ve kendisi istemediği halde okan'ı sahaya sürer. tınaz hoca iyi niyetli olduğu için sayılı saniyeler sonra gol yeme bahtsızlığına uğrayacak bu genç kalecinin geleceğini kararttığını bilmiyordu elbette ama şurası da bir gerçek ki, "cehenneme giden yollar çoğu zaman iyi niyet taşlarıyla örülüdür."
england: peter shilton, gary stevens, kenny sansom, trevor steven (dk. 45 glenn hoddle), tony adams, terry butcher, bryan robson (c), neil webb, peter beardsley (dk. 71 cyrille regis), gary lineker, john barnes
yedekler: gary mabbutt, chris woods, steve hodge
teknik direktör: bobby robson (eng)
turkey: fatih uraz, rıza çalımbay, semíh yuvakuran, ali çoban, erhan önal (c), ali kurtulus gültiken (dk. 35 savas demiral), ugur tütüneker, yusuf altintas, kayhan kaynak (dk. 45 tanju çolak), erdal keser, iskender gönen
yedekler: yasar duran, mehmet cüneyt tanman, ilyas tüfekci
teknik direktör: mustafa denizli (tur)
goller: (1-0) john barnes dk. 1 (2-0) gary lineker dk. 8 (3-0) john barnes dk. 28 (4-0) gary lineker dk. 43 (5-0) bryan robson (c) dk. 58 (6-0) peter beardsley dk. 61 (7-0) gary lineker dk. 70 (8-0) neil webb dk. 86